Geçmişi geriye getiremem ama bugünü yaşayabilirim!
Yaşamak mı, sizin hiç bilmediğiniz,
tatmadığınız,
eskilerde arayıp da
yaşadığınızı sandığınız…
Aylardan Ekim
Pek de güneşli olmayan bir havada
Üzerine hafif kalın bir şeyler giymeye başlamışken
Yürürken yağmur ıslaklığında
Temmuzu düşünmek haksızlık değil mi?
Yaşamın içinde kaybolmuşçasına hissederken
ve hiç gelmeyeceğini düşünürken Temmuz’un
Tam da soğumaya başlamışken vücudun! yalnızlığın gölgesinde…
Üzerine hiç aşkın ışıltıları vurmazken
Zamanı suçlamak haksızlık değil mi?
Aşkın sıcak havalarla bağlantısını sorgularken
Yazın ardından esen ilk rüzgarların senin aşkını savurduğunu düşünürken
Aslında sonbaharın depresyon ayı olduğunu da biliyorken
Doğa’ya küfretmek haksızlık değil mi?
Bilmiyorsan;
Yaşamın döngüsündeki ahengi
Doğanın yazları açan çiçekler için kışın yaptığı hazırlıkları
Yağan yağmur altında sırılsıklam aşkı…
Haksızlık!
Ufacık bir tohumun toprağa düşmesi kadar savunmasız
Toprağın ona sarılışı gibi güvenilir
Filizlenmek gibi heyecan verici
Büyümek gibi belirsiz
Ufacık tohumun önce fidan, sonra ağaç olup meyve vermesi gibi inanılması güç
Bütünüyle mucize senin gelişin…
Birbirimizi hissedecek kadar yakın, “bu kim” diyecek kadar uzağız seninle
Ellerimin sıcaklığını hissedebilirsin belki de, bu huzur verir sana,
Sonra gözlerini kısıkça açıp “neredeyim ben, bu el kimin?” dersin
İçimizde güzel duygular biriktiririz birbirimize karşı,
Görmesek de, duymasak da hissederiz birbirimizi,
Tanışmayı bekleyen anın kuyruğuna uzanmış günleri yaşar,
Biraz sabırsız,
Biraz heyecanlı,
Belki biraz korkulu,
Ama hep umut dolu olur içimiz…
Bir cümle olabilir
ya da uzun bir yazı
bir fotoğraf çekebilirsin
ya da günbatımının harika renkliliği üzerine bir sohbet yapabilirsin
Şarkı söyleyebilirsin arkadaşlarına
ya da mırıldanabilirsin kimsenin duymayacağı bir şekilde
Ne olduğu, nasıl olduğu, ne zaman ve nerede olduğu önemsiz,
Ürettiği şeye ilk önce kendi aşık olmalı insan..
Yeni doğmuş bir bebeğin masumiyeti kadar güzeldir her üretilen şey,
küçük ya da büyük
önemli ya da önemsiz
değerli ya da değersiz
insanların kurguladığı bu değerlerin ötesinde ürettiğine kendin aşık oluyorsan, dünyada iz bıraktın demektir!
Mutsuzuz, her dakika, her saniye, her an!
Ama atalarımızın hiç mi suçu yok?
Aslında tüm suç onların! Bizim ufak tefek hatalarımızı saymazsak.
Geliyor yine bir tatil dönemi…
Bütün yıl hayalini kurduğun zamanları uyuyarak
gereğinden fazla yiyerek
İçki, sigara, nargile vb artık ne kadar zararlı şey varsa tatilde zararsızmış gibi tüketerek
Bundan kalan zamanlarda da fotoğrafını çekmek için gittiğin yerlerin en karizmatik karelerini arayıp,
Instagram storieslerine kaç kişinin baktığını sık sık kontrol ederek geçirmek sizce haksızlık değil mi şu verdiğimiz nefese?
Gün doğumunu izlemeden
Gün batışının oluşturduğu renk karmaşası üzerine düşünmeden
Kuşların cıvıltısındaki ufacık farkları farkedip, aslında hepsinin aynı sesi çıkarmadığını farketmeden
Yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan belki de dikkatsiz bir şoförün birazdan ezeceği kaplumbağanın dünyanın en yavaşlarından olmasına rağmen, en uzun yaşayanlardan olmasını sorgulamadan
Sabahları erken kalkıp, yöre insanlarının hiç de mutsuz görünmeyen ve çoğunluğunun 70 yaşı geçkin bir şekilde işlerinin başlarına geçmelerine şaşırmadan,
Denize karşı, arkada hafif bir dalga sesiyle en sevdiğin kitabı okuyarak hayal dünyasına dalmadan….
Geçirdiğin tatil haksızlık değil mi şu verdiğimiz nefese?
Şimdi diyeceksin ki, tüm bunların atalarımızla ne alakası var?
Var dostum var..
Bize para harcama kültürü anlatılmadı,
Sevme kültürümüz yok, ne kendini ne de başkasını…
Eksiklerinle mutlu yaşamak diye bir şey öğretilmedi bize
ya da sadeliğin en büyük özgürlük olduğu..
Biriktirmeyi benimsettiler,
Ceplerimiz doldu taştı gereksiz yüklerle, yürüyemez olduk,
Kendin olmak kötüydü bizim kültürümüzde,
Komşu çocuğuyla gizlice birbirimizi izleyerek geçirdik çocukluğumuzu
Sorgulama öğretilmedi,
Neden birbirimizi izlediğimizi tartışmadık arkadaşlarımızla,
Ben nasıl oldum’un dahi cevabını vermediler bize, gözlerimiz gökyüzüne bakarak geçirdik bebekliğimizi, bir leyleği görmenin umuduyla…
Ah! Bunların üstüne vardır elbet bizim hatamız da ama yaşamak öğretilmedi bize,
Çakıllı bir yola soktular bizi,
Ne yolumuzu değiştirdik, ne de farklı bir yol aradık,
Sadece ayağımıza batan taşların acılarını birbirimize anlatıp,
Sistemin arkasından sövdük sadece…
Oysa bazılarımız isyan etti, ve belki de aslanlarla kaplanlarla dolu ormana attı kendini…
Temiz yol uzak değildi elbet, ama zihnimize kurulan hapishaneden kaçış pek azımız için mümkündü…
Çok parası olan insanların neden hala çok çalışmaya devam ettiğini sorguladınız mı hiç?
Aslında çoğu para kazanmak için değil, paranın kazandıramadığı mutlulukları zihinlerinde baskılamak için çalışır,
Çalışmak çoğu insan için maddi bir ihtiyaç değil, ruhsal bir kaçıştır.
Mutsuzluk ekilen topraklardan, mutluluk meyveleri toplayamazsınız.
Yaşadığımız ülkenin topraklarına öyle mutsuzluk tohumları ekilmiş ve üstüne öyle gübreler atılmış ki,
Biz o topraklardan çıkan ürünlerin bize ne faydası var bilmeden, yarattığı mutsuzlukların farkında olmadan, elimizdeki anlamsız mutsuzluk meyvelerinden nasıl kurtulacağımızı arayarak geçiriyoruz ömrümüzü…
İnsanın yaşadığı ülkedir bazen hapishane,
bazen evi,
bazen bedeni,
bazen dostları,
bazen anıları,
bazen umutları,
bazen korkuları,
bazen sevinçleri,
Tercihler yaparsın!
Kaybetmeyi göze aldıklarını bırakır, kaybedemediklerinin duvar ördüğü bir hapishane yaşamını sürersin,
Ruhunun kanatlarını kırıp, uçamadığı her gün için ayıplar, bedenini de bir hapishane yaparsın.
Soğuktu hava,
Aslında soğuk olduğunu biliyordum da,
Üşümek istemişti ruhum, belki çare olursa diye,
Ateşler içindeki yangınına
O da çare olmamış,
Zaten pek de mutlu sayılmayan ruhuma,
Ve daha da zor gelmişti bu coğrafya-bu beden-
“Gözlerin ateşler saçıyor,
Kelimelerin ise hüzün,
Baktığın yerlerde bizden farklı şeyler gördüğün kesin”
diye başlayan, biraz mutsuzluk biraz da umut barındıran bir cümle kurmuştu kadın -AMA demeden önce,
Bolca kilometre taşı barındıran tarihçeme bir AMA daha eklenmişti, tam da o anda,
Yaş 42, AMA ‘ların sayısı ise belirsiz bir hal almıştı,
Ne yeni başlangıçlara çare bir ruh,
Ne de “bitti” diyecek bir bedene sahipken,
Otobanda karşıdan karşıya geçmeye çalışan,
hızını tam da kestirmediği araçlara bakan ama çok da önemsemeden yolun ortasına atlayan,
Belki çok ufak milimlerle kurtulmuş bir şekilde otobanın yarısına geçen bir çocuk olursun…
Diğer yol ilki kadar seyrek araçlara sahne olmaz o otobanda,
Aslında bu sefer hızlarını daha fazla önemsersin araçların,
Ama kendini her yola atmak istediğinde bir araba gelir de kendini geri çekersin ya,
İşte tam da o anda, ne geri dönmenin faydası vardır,
ne de karşıya geçebilmenin yolu,
İşte böyle bir yaşta, 42’de, bir AMA daha ekledim,
Zaten pek de mutlu sayılmayan ruhuma…
Laleler açmış bir yaz ortasındayım, havanın sıcaklığı dahi içim kadar değil
Ellerim hazır, ilk dokunuşların büyüsüne kapılmaya, dili olsa ne zaman diye haykıracak dünyaya
Yeni bir sayfa değil bu açılan hayatımda, yeni bir hayat açılıyor
Limana yaklaşmakta olan gemi aslında seni getirmiyor, bizi götürecek hiç kimsenin ulaşamadığı okyonuslara
Aslında rüyalarımda defalarca yaşadım, ama hiç hayal edemezdim bu kadar büyük bir mutluluk olacağını…
Doğum günleri… İnsanların samimiyetsizliklerini en net şekilde çarpıyor yüzüne…